29.01.2013

Cole Porter'ın Ruh Çağırma Seansı



Hafta sonu çocukluk arkadaşımın doğum günüydü, çekirdek kadro toplaşıp spontane bir etkinliğe katıldık. Şirin Sosyal’ı daha önceden duymuşluğumuz ve dinlemişliğimiz olduğundan kendisi ve ben, İKSV’deki sahnesini dinleyelim dedik ve grubu arkamıza alıp, gittik.

"The Düğün Şarkım"
O gün meğerse Cole Porter’ın “ruh çağırma seansı” imiş; haberimiz olmadan Şirin Soysal haricinde diğer 4 güzel insan Başak Yavuz, Ceyda Özbaşarel, Çağıl Kaya ve Bora Çeliker’i de dinlemeye gitmiş olduk. Her birinden çok hoş Cole Porter şarkıları dinledik. Kaldı ki çoğu şarkıyı bilmememize rağmen, çok çok keyifli bir gece oldu. Gerçekten hem de, hatta üstte düğün ilk dans şarkımı seçtim, her ne kadar bazı dinlettiğim arkadaşlar tam ilk dans şarkısına uygun bulmasa da… Ben yine de uygun birkaç vals dersi alarak sahnede harikalar yaratacağımızı düşünüyorum ; )


Yani bir daha garanti caz yeşili etkinliği varsa hele isimler de böyle güzel olursa kesin kaçırmam giderim, evet.

Bu arada ilgilenenler için Cole Porter hem anne hem babasının soyadını alıp, kendi sahne ismini yaratmış. Her ne kadar benim için kesinlikle mümkün olmasa da yaratıcı bir fikir. Kendisi özellikle müzikaller için besteler yapmış, hatta düğün şarkım –hehe- Kiss Me Kate müzikalinde yer alan bir parça. Hatta ilk Tony ödülünü de bu müzikalle almış. Şu an bu yazıları okurken kendisini ve alttaki şarkıyı “yahu nerden hatırlıyorum ki ben bunları?” diye sorguluyorsanız belki de Midnight in Paris filmini bir daha izlemeniz faydalı olacaktır. Evet işte piyano başındaki adam.


Biz ilk defa o akşam dinlediğimiz Başak Yavuz'un tekrar sahneye çıkmasını beklerken bulduk kendimizi :)


Ve işte Cole Porter'ın kendisi...



İşte bu şarkıyla da geceye veda ettik.

 Gecenin müzisyenleri...
Adem Gülşen (piyano), Tamer Temel (tenor saksofon), Baran Say (kontrbas), Erdem Göymen (davul) 


23.01.2013

Bir yalnızlık hissi

Keisnlikle intihar ederken dinlenebilecek en ironik şarkılar listesinde Perfect Day'den önce gelir bu! 


Yıllar öncesinde benim ölüleri çekme projem vardı. Kimilerinin çocuğu söylese psikoloğa götüreceği bu projeyi, annem “çok klişe” diyerek geçiştirdi. Oysaki bence o zaman devam ettirseydim, şimdiye çok sağlam psikopat bir koleksiyonum olmuştu. Hep böyle kaçtığımız ölüm, kaçamayacağımız ve ötesini bilmediğimiz koskoca bir bilinmezlik çok fantastik değil mi? Yani yaşamın kendisi, birden aniden yok olması, yok olan bir canlıdan bir daha herhangi haber alınamaması çok enteresan değil de nedir? Belki ileride gerçekten çok muhteşem, insanüstü bir hayat vardır ve herkes patır patır intihar etmesin diye iki dünya arası görüşme katiyen sınırlandırılıyordur. 


Bugünlerde kendimi bir yalnız hissediyorum; ne gittiğim yer, ne konuştuğum arkadaşlarım, ne dinlediğim müzikler, ne ailem bana bunu unutturamıyor. Günlük hayatta işle vb. karşılaştığım sorunlarda birden çok çaresiz hissediyorum kendimi. Her şey birden mahvolacakmış, ben başa çıkamayacakmışım gibi. Sanırım sakin bir iştense böyle sıkıntılı bir alanda çalışmanın getirdiği bir hal bu. Oysa çoğu daha ciddi işlerde çalışan insanların böyle çaresizlikleri olmuyor. Belki ben buna uygun değilimdir bilemiyorum…

Sizi üniversite yıllarımda çektiğim ufak koleksiyonumla baş başa bırakıyorum…


  


21.01.2013

In Brugges, Psikopatlar ve aşk acısının altın yolu


Martin McDonagh hem In Bruges’u hem de Seven Psychopaths’ı yönetmiş ikisine de başrol olarak Colin Farrell’i oturtturmuş bir yönetmen. Ben iki filmi de sevdim. Hem sıkıldım hem de sevdim. Çünkü filmleri öyle… Hani bir bayıyor bayıyor sonrasında “ellerini kaldır” diyen bir mafya adamına “kaldırmıycam… canım istemiyor” lafı geçiyor. Ahaha. Yani günlük hayatta böyle şeyler yok, her şey öyle ciddi ve gerçek ki filmerdeki saçmalığı seviyorum. I love absurd… 

In Bruges’ta da böyle bir diyalog vardı. Bir diyalog derken böyle bir sürü diyalog vardı güzel filmdi ikisini de ayrı ayrı tavsiye ederim. Şimdi diyaloğu anlatmıycam, biraz itici bir diyalog ama bak hatırladıkça güldüm mesela ahahaha…

Türk kahvesi inanılmaz güzel bir içecek her sabah içiyorum bu arada. Şimdi bir 3.yü içtiğimden kalbim resmen disko disko partizaniii yapıyor, hayırlara vesile…

Filmlerdeki böyle absürd sahneleri ve o sahnelerde –eğer dinliyorsanız- şu an çalan şarkı gibi eserlerin fon müziği yapılmasına bayılıyorum. Muhakkak ki güzel oluyor öyle filmler ve sahneler. Hem türk kahvesi içerken bu şarkı da iyi gider diye bunu koydum fona, umarım beğenmişsinizdir.

Bir ayrılığı atlatabilmenin en iyi yolu, yurtdışına çıkmak… Net! Tatil değil ama muhakkak ki yabancı bir memlekette olmanız gerekiyor. Çünkü bilindik tatil mekanlarında insana “ahh keşke yanımda olsaydı” hissiyatı doğuyor ama yabancı bir diyarda bu böyle değil. Metro sistemini çözücem, jeton alıcam, kaybolmamam lazım, şunlara yolu sorsam İngilizce biliyorlar mıdır? aa siz de mi Türksünüz, aa Türk müsünüz, İstanbul nasıl? felan derken hooop bitiveriyor aşk acısı.  Yani tatil için değil, keşfetme için yapılan bir gezi her türlü derde deva. Yani düşünün Kristof Kolomb’un kaşif olmasının ardında bir aşk acısı yatıyor olabilir. Kimse beni bir insanın sırf merak uğruna bir yerleri keşfetmeye gideceğine inandıramaz!! –burada psikopata bağlamış olabilirim-

Yani acaba diyorum ki Brüksel’e mi gitsek? Yazıyı nasıl toparlayacağını bulamamış blog yazarının çaresiz çırpınışları.
Ama olabilir de yani…
Öpering

19.01.2013

100. Postta Poz Verme Konusuna Değindim


Yok efendim fotoğraflarda kızların başı hep 45 derece eğikmiş, yok dudaklar öne doğruymuş, yok emoymuş, yok şuymuş, yok buymuş! Bu ne eleştiridir! Bulmuşuz işte yüzümüzü güzel gösterecek bir duruş, napalım? Hayır ne yapalım yani, söyler misiniz??

Çok tepkili, üzgün ve endişeliyim :(
Bir önceki postumda biricik arkadaşım çok yetenekli derken, güzel çıktığım fotoğrafları yayınlayınca, siz biricik arkadaşlarımdan övgü alınca bir durdum, bir düşündüm. Resmen övgü toplamak için koymuş gibi… Ne ayıp yaa milleti de övmek zorunda bırakıyorsun bişey değil. Hani biri beğenmese de ayıp olmasın diye diyemiycek ki “aga bu nedir?” hehe ama bunlara diyebilir işte.

Geçen gün ismini burada vermek istemediğim, pek gizemli bir diğer arkadaşımla oturduk kafe kafe gezerken mimik çalıştık. Hahaha mimik çalışmak deyince çok asortik olmuş olabilir ama aslında sadece durduk fotoğraf çekindik yani, boş boş. Hayır yemek yedik, bi’şeyler içtik ve fotoğraf çekindik bu yani.  Sonlara yaptığımız felsefi konuşmaların içeriğine girmeyeceğim, hayır gerek yok. Fotoğraflar her şeyin ciddiyetini gösteriyor zaar :P

Kötülere başlamadan evvel prenses selamı...


Bir nevi "idare edemem anne" ya da mario oynarken bölümü geçemeyip"yapıcam işte yapıcam yapamadım bööhüüüü" diye anıran kızdan ne farkı var ki bunun? :)


Uzaklara dalma kuşum, uçup da gitme kaybolursun!

Yine halka sesleniyorum prenses olaraktan. "ben sizi can-ı gönülden seviyorum-beni sizler yarattınız"lar havada uçuşuyor...

Tersim pistir :P

Bu tamamen sanatsal içerikli.

Bu da sanatsal içerikli ama bunun da kategorilemişlerdir kesin, başı 45 derece eğik kız gibi. Ne bileyim şarap şişelerini netleyip, kendini bulanıklaştıran bohem özentisi kız mesela. Uzun ama olası.

Bu öylesine, işte başı sağa dönmüş çiçek fontlu kız bu da.

Ama her ne olursa olsun poz vermenin de ayrı bir hissiyatı var. Sanat için sadece soyunulmaz, delirilebilir de...

11.01.2013

Kritik Hobbit ve Magic Mike


Bir ay öncesinde Hobbit filmine gitmiştim, onunla ilgili yazı yazacaktım amma ve lakin o kadar zaman geçti ve o kadar çok konuşuldu ki üstünde, daha ne denilir bilemiyorum. Sadece bir kitabın 3 filme yayılması bana da mantıklı gelmedi ama şunu da diyebilirim ki görsel olarak bizi alıp götürmesi, heyecanlandırması ve aksiyonu açısından çok izlenesi bir film olmuş. 

Mesela yeni şey olmuş Hobbitlerin ayakları büyümüş, bildiğin evrilmişler. Ya da daha öncesini anlattığından hobbitlerin ayakları yıllar içinde daha normale dönmüş diyebiliriz. Sanırım görsel olarak cücelerden ayırabilelim diye ayaklara kasmışlar ama ayak boyutu bir iğreti durmuş neyse… 

Martin Freeman über süper tatlı bir adam değil mi?


Saruman’ın imajı her zamanki gibiydi, saçlar fönlü, sakallar dağınık…

Gandalf daha “the grey”kene…

Yahu ben cüce ırkını bildiğin sevmiyorum bu arada… Hiç tatlı gelmiyorlar bildiğin sabit fikir, inatçı falanlar. Nasıl seviliyorlar anlamıyorum gerçekten.
Yine de imdb de 8.3 puan almış, 8,3!! Çok abartı değil mi? Ayrıca yer yer 3Dsinde bulanıklaşmalar da oluyordu bunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Hele bir üçlü halini seyredelim de film ve kitabı bir bütün halinde ele almamız daha aydınlatıcı olacaktır.


E yeter diyorsunuz siz de değil mi? Yok Adriana yok melekler yok o yok bu yok şu!  Genel olarak kadınların çekici bulduğu safi görüntü değil maalesef her ne kadar biskolata falan desek de… Kadınların ideallerinin bir fonksiyon formülünü çıkarsak, değişkenlerin çokluğundan modeli oturtamayız. Ama yine de hani bir görsel şölen isterseniz işte film burada!!


Soderbergh sağolsun böyle eğlencelik, güzel filmi bile buhrana dönüştürmeyi; uzun, amaçsız diyaloglarla bezeyip iç baymayı başarmış. Erkek striptizci mi izliyoruz, Solaris mi belli değil.

Ama danslar, şovlar, adamlar şahane orası ayrı. Yani bir insan hem oyuncu hem dansçı, hem yakışıklı falan olabiliyor holivudda…
Tamam bazıları için rol yeteneği çok gelişmiş diyemeyebiliriz belki…

Bu arada bu adam 43 yaşında, fiziğe gel! Matthew McConaughey…


Filmin bir konusu var mı ne anlatıyor o da belli değil açıkçası, hani izleyin dedim ama fikir olarak erkek striptizciler falan böyle bir renkli geliyor, sonra film bitiyor öyle. Aynen öyle biten bir film.
Neyse Hobbitten sonra ne alaka oldunuz değil mi? Onu beğenmeyene bu, bunu beğenmeyene diğeri…

İyi seyirler ;)

10.01.2013

Miss Kış Kafası

 
Bilinmeyen ülkenin çarpık presesi, MissisGamze “Ne yapıyorsunuz yahuuu?!!” diyor.

Manik depresif haftaları geride bırakırken, yıl atladık falan.
Ben bu aralar dengesiz insanlarla uğraştım, bir ara “ne uğraşçam ya” dedim, sonra bir ara insanlar farklı olabilir dedim. Sonra farklı olsalar da dürüstlük-tutarlılık hani standart bir insanda olması gerekmez mi diye sorguladım ve sonra olgun bir ifadeyle “ne uğraşıcam ya” dedim. İlk ifade biraz daha çocuksuydu çünkü.

Bazen kafamı ellerimin arasına alıp “neden böyle, NEDEN BÖYLEAAĞĞĞ BÖHÜÜÜ” yaptım. Sonra bu sırada epeyce abur cubur tüketmiş olabilirim. Şu şekilde: Lays yoğurtlu kekikli olanından, cheetos peynirli ya da bifteklilerinden, Danone’nin 2’si bir arada muzlu ve çikolatalı olanı çok şahane, bira-patates ikilisi, hoşbeş çilekli, bir ara işte nesfit yiyoduk cips niyetine mesela… Bunların içine tabiki de yılbaşı gecesi ya da dışarıda yediklerim dahil değil. Tam 2 haftadır abur cuburla beslenen metobolizmam şaştı, şu an mesela yeşil çay içsem ne fayda…

Çaydan çok kahve tükettim.

Bu kar nedir, nedir allah aşkına kuzum bana söyleyebilir misiniz?
Hadi sıcaklasın hava dışarlara gidelim, sosyalleşelim yetere ama bee…

Cumartesi yine yeni ve yeniden karaokeye gideceğim, çok alakasız bir arkadaş grubuyla. Hayatımın yegane eğlencesi oldu bu, hani bir de söyleyebilsem neyse. Söyleyemiyorum ve inatla sahneye çıkıyorum. Arkamda beni garipseyen insanlar bırakıyorum. Gereksiz özgüven fırtınaları…

İşte kendimi böyle görebiliyorum mesela.



Ya insanları yadırgamaya gıcık oluyorum, Kezban-öküz-türk erkeği bitsin istiyorum ama twitter dilinde “maça –keyfi ve kafası” laflarına da taktım. Konuşurken bununla ilgili o kadar çok geyik yapıyoruz ki normal konuşmamız bu şekilde evrilebilir. Dikkat et koç!

İşte bunlar hep işte yorulmacalar, yeşil çay keyfi ya da iş kafası. Bu aralar tam müşavir kafasındayım bak bu gerçek.

Yakında kendi işimi kurup, aşağıdaki gibi kıyafetler giyicem, çok iş kadını olcam ben, evet : )