25.04.2012

Edepsiz Sarkı Dedigin...


Yeni makyaj stilim bu, en azından taksime bi iki kere gittiğimde bu şekle yakın gezdim. Ama bu kadar asi gözüktüğümü sanmıyorum, sigaram yoktu belki de ondan. Bir de malum dekolte.

Her neyse
Deliler gibi kasıp Zeki Demirkubuz’u çekiştirdiğim yazı en az okunanlarıma girmiş, çok kırıldım.

Köşeye En çok okunanlar değil de en az okunan yazılarımı koyup başına da “Neden okumuyorsunuz ki bunları, niye sevmediniz ama?!” koyacağım. Ne okunuyor, ne tutuyor günümüz medyasında bilmediğim gibi blog dünyasında da bilmiyorum. Şu an Everything I Do ya aslında klip bile çekmeyecek şarkıyı sadece B bölümü şarkısı diye tasarlayan ve böyle kült bir şarkı olmasına çok şaşıran Bryan Adams gibi hissediyorum kendimi ki benimki bunun tam tersi bir durum.

Sivil polisi adliye sarayında azarlayıp, işlerimi halletmemin üzerinden bir hafta geçmesi esnasında iş yerinde de benden nefret edenlerin sayısını da arttırdığımı düşünüyordum. Öyle bir lanettim yani, hani Volkan Konak bir şarkıda bir şiir okuyor ya “öyle lanetttt, öyle bişi” bişi diyor, belki de nalet diyor bilemiyorum, heh aynen öyle lanettim. Yine de benden nefret etmediler hala konuşuyorlar, ben olsam ben bile benden nefret ederim.

Hatta bi ara “Ben burada kendi bokumla kavga ediyorum sen neden araya giriyorsun ki?!” diyesim vardı insanlara o kadar kötü.

Neyse hormonal olarak bugünleri de atlattığımı düşünüyorum. Kadın olmak gerçekten kötü… Hormonal hede hödölerin var, her birisi ayrı dert. Bir de iş yerinde ayrı stres, sınava girip ders çalışmaya yeni başlamak ayrı dert, sanırım biraz üst üste geldi. Klasik bunlar altlı üstlü gelmiyorlar ki şekerim, hep üste hep üst üste…

Bugün gayet mükemmel başladığım diyetimi, akşam bir kornet, 5 adet zeytinyağlı gevrek, 2 tane bisküvi ve şu an yediğim Maraş usülü dondrumayla mahvetmiş bulunuyorum. Ay hem lanet hem şişko olacağım çok feci. Yeme düzenim bile mahvoldu, daha doğrusu hep yeme şeklinde bir düzene girdi. Tanrı’m bana yarım et!

Bi iki mimim var, yemin ediyorum cevaplayasım yok, kim okuyacak diyorum yaa enteresan cevaplarım da yok ki. He yeni bi iki şarkı dinledim geçen Zihnin Arka Sokakları’nın bana yolladığı mime onu yazıyım aklıma geldi. Unutmayayım da.

Şu an gerçekten içim bayıldı ayyy o ne tatlı dondurmaymış öyle ayy bir bulantı geldi.

Her neyse. Eş zamanlı yazı yazmanın da güzelliği, iç dünyama birebir eşlik ediyorsunuz.

Bugün arkadaşımın sahnesine de tipimin kayık, moralimin düşük ve mevcut karın ağrılarım olması nedeniyle gidemememin de bana artı bir buhran verdiği bir gerçek, ancak ne yazık ki bu aralar kendimi yormamam ve sınava konsantre bir şekilde devam etmem gerekiyor. Bir başka arkadaşımın da Sixpence None The Richer konserine gitmesi de daha bir ayrı konu. Hatta konserin varlığını ben haber ettim kendisine ancak hadi beraber gidelim teklifine red cevabı vermek zorunda kaldım :/

Hayat bir bana mı acımasız?

Daha yıkanma temizlenme ve saç şekillendirme gibi hayati meselelere gireceğim. Hatta aklımda anlatmam gereken bir konu vardı ama gerçekten üşeniyorum.

Ancak yazım çok verimsiz olsun istemiyorum, herkes okuduğunda “aa” falan diyeceği bir şey öğrensin istiyorum ki bu bu akşamki Sixpence konseri değil, ne yazık ki onun için geç kaldınız. Sizinle paylaşacağım şey de yeni değil de hala bilmeyen varsa eksik kalmasın o da öğrensin. Bu şarkı orjinalde Bridget Bardot söylesin diye yapılmış ama Bardot yorumu gerçekten kesinlikle bu kadar iyi değil. Herkes sevgilisini falan çağırsın da gariban gariban tek başına dinlemesin şarkıyı, bu ayrı tavsiyemdir. Yıllarca telefon müziğim kullanmıştım bunu, hey gidi, edepsiz bir insanım muntazaman.

22.04.2012

Yeraltı ve Günümüz Idealize Kahramanları


24 saatimi an be an Jack Bauer gibi anlattığım yazım manasız bir biçimde çok okunanlarıma girdi. Oysaki ben gayet bayık bir insanım, günüm de aynen öyle bayık geçmişti. Ben bu yazının sihrini bahsettiğim ama adını vermeyip süper über bir gizem kattığım filme bağlıyorum, film de fotoğraftan anlaşıldığı gibi Zeki Demirkubuz’un Yeraltı filmi.


Arkadaşlardan “yazılarını kısa tut, roman gibi yazıyorsun, bayıyoruz hepsini okuyamıyoruz” gibi yorumlar aldığımdan hemen konuya geçiyim. Efendim spoiler falan olabilir ona göre okuyun ama yine de okuyun yani Allah aşkına filmde bir şey olduğu da yok yani dürüst olalım birbirimize.
Blogumu okuyanlar anlamıştır, asi ve bohem gözükmek için yapmayacağım şey yok, ama yalan söylemek de ikiyüzlülük olur. Ya Zeki bu nasıl filmdir allasen, kim için yaptın bu filmi? Hayır bir de protesto için yapmışın ya bi git nolur yaaa…

Bu gerçekten aşırı sanat içerikli eleştirel yorumumdan sonra gerçeklere dönelim. Bu film hakkında birkaç yazı ve Zeki Demirkubuz’un bazı röportajlarını okudum, okuduklarıma tekrardan gerçekten dönemeyeceğim ama aklımda kalanlar şu şekilde:
Filmi Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan’a gönderme olarak yapmış aslen. Ceylan’ı yurtdışına ödül kazanmak için film yaptığı için normalde de eleştiren Demirkubuz bu filmde ona olan eleştirisini sunmuş, filmdeki “fikir hırsızlığı” olayıyla ilgili de bir takım iddialar vardı ama onları pek hatırlamıyorum, üstün körü geçilmişti yazılarda ve yorumlarda. Filmde de bir kahramanın yazdığı ve ödül aldığı kitabın ismi “Ankara Sıkıntısı” da şüpheye yer bırakmayacak şekilde “Mayıs Sıkıntısı”na gönderme zaten.
Ayrıca filmde gösterilen loser erkeğin evde belgesel izleme sahnesinin de, Ceylan’ın Uzak filmini seyredenler eğer ortasında uyumadılarsa hatırlayacaklardır, yine Ceylan’a gönderme olduğu iddiaları da yok değil. Ama bu iki noktayı ben filmi izlerken fark etmeme rağmen, Kaybedenler Kulübünde’de her şeye standart diyen arkadaşın da belgesel izlediğini düşünerek, bunun filmlerdeki genel “kaybeden” anlayışı olduğunu düşünüp çok da kafamı yormamıştım. Bence benim iddiam daha temelli.

Her neyse…

Demirkubuz bir röportajında “herkes hayatında böyle şeyler yaşıyor yine de bu filmi anlamayacaklar, bu ne ya diyecekler” buyurmuş. Ahh ilahi san’atkar Zeki! Allah insanı Muzaffer konumuna düşürmesin yahu, sen neden bahsediyorsun? Hangimiz Muzaffer kadar eziğiz Allah aşkına yaa… Kadınların derdinin ya evlenmek ya zayıflamak, erkeklerin derdininse futbol ya da bezeri sporlar olduğu bir dünyada bu dertleri yaşayanlar sadece acınacak azınlıklardır. Türk diyerek içselleştirmiyorum bile! Not: burada acınacak ifadesi aslında iki taraf için de kullanılabilir… Belki…

Kaldı ki o filmde bile Muzafferden başka ezik yok! Yani ezik olabilirler de farkında değiller en azından, yani bir mutluluk söz konusu. Hizmetçi kadın bile en sonunda evlendi mutlu sona kavuştu mesela? Yani filmin giriş-gelişme-sonuç bölümü sırasıyla Muzaffer’in kendini dünyaya karşı ezik ve hayatının inanılmaz derecede sıkıcı ve kötü olduğunu düşünmesi; bu durumdan kurtulmak nefretini dünyaya haykırıp, onu gülünç duruma sokanlardan öç almak istemesi; öç alamayıp bir de üstüne üstlük kendini daha da rezil duruma düşürmesi, sonra da “ya harbi eziğim ve kurtulmak da istemiyorum sanırım” diye gerçeği kabullenmesi… Bu! Yani tüm film işte bu kadar.

Bunun dışında efendim gölge oyunlarıymış bilmem neymiş, tamam yok değil var, evet var ama onlar da o kadar uzun o kadar uzun ki, insanın yüreği sıkışıyor. Bitsin istiyorsun. Bir de Ceylan’a gönderme mi artık her neyse, bilenler bilir Ceylan filmlerinde adamın tepeden inişini, yok efendim ayakkabılarını bağlayışını, tuvaletini yapışını aynen Jack Bauer gibi eş zamanlı izlersiniz. Yani adamın bir merdiven başında sonra da apartman kapısında çekmek bu yönetmenimizin tarzı değildir. Aha bu filmde de aynı şekilde. Özellikle son sahnedeki hayat kadınının o 5 kat merdiveni inişini beklemek yok muydu Allah’ım o neydi öyle “pat pat pat” bitmek bilmedi. Sonrasında da Muzaffer’in hayatı algılayış biçimine deyindi ki o da bir adım ilerleyememesiydi.
Filmin fragmanında gösterilen muhteşem Dostoyevski alıntısı sahnesinin bir bölümünü bile gerçekleştirmiyordu Muzaffer, gerçekleştiremiyordu. Rezil olmayı, nefret edilmeye yeğ tutacak kadar yer altı bir karakter yani Muzaffer… Film de bu kadar bekleneni karşılamıyordu.

Buraya kadar okuduysanız tebrik ediyorum sizi ve sağ olun, var olun…

Filmi izlerken böyle buram buram bir 80ler sonu 90’lar başı Bizimkiler havası alıyorsunuz, Bizimkiler dizisi gibi aynı. O memurlar, tipler falan… İş için çok gezdiğimden biliyorum ve uyarıyorum ki o devlet daireleri öyle değil artık sayın Zeki. Demir çekmeceli masa mı kaldı artık? Yani Ankara’daki uygulamasını tam bilmiyorum da, sanmıyorum ki hala 90’lar ortamı olsun devlet dairelerinde.

Ve memur banalliğinin işlenmesi, eski sosyalistler şimdi kapitalist oldu geyiği off ki ne off… Hala bunlar üzerinden prim yapılıyor mu? Solcuysanız hala Bella Ciao mu söylüyorsunuz? Ya da, filmde roman yazarı ve arkadaşları yalaka gurubu gibiyseniz kendinizi gerçekten Che ile aynı kulvarda mı görüyorsunuz, sanırım yönetmen burada onlara gönderme yapıyordu zaten ama bu göndermenin bile suyu çıkmadı mı?

Film bir sanatsa bence kendi başına da bir kimliği olmalı. Sadece kendisi bile bir sanat değeri taşımalı. Ben Dostoyevski havasını yansıtıp, bilmem kimi çekiştirdiği için sevmemeliyim o filmi. Bunları da hissettirmesi bana artı bir hoşluk sağlamalı daha fazlası değil. Hiç hiç ama hiç olmamış bir film.

Trevanian’ın, Shibumi’sini okuyanlar belki hatırlarlar, baş kahraman gerçekten kahraman gibi bir kahramandır, bir çok yeteneği vardır. Kitabın bir bölümünde de “artık günümüzde gerçek kahramanlar ilgi çekmiyor; kendi hikayelerimiz gibi hikayeler daha revaçta” diye serzenişte bulunur. Çünkü kendimizi anlattıkları zaman kendi varlığımızın da bir sanatsal ya da amaçsal değeri olduğunu düşünürüz. Ya da en azından bu film gibi rezalet bitiyorsa, bizden daha rezilleri de var diye düşünüp kişisel tatmin yaparız.


Oysa ki ben ulaşamayacağım hedeflerin, rüyalarımda ancak puslu hayal edebileceğim yeteneklerin sahibi olan insanları izlemek ve var olma ihtimaliyle başka alemlere dalabileceğim farklı hisler tatmak istiyorum o beyaz gergin perdeye bakarken. Benim aciz varlığımın tatmin noktası çünkü sinema…

Zaten sinemanın çıkış noktası da bu değil miydi, aslen gerçekleşmeyeni, sırf hayalde değil perdede de görmek?

Oyuncuların her birinin ayrıca muhteşem, Engin Günaydın Türkiye’nin Kevin Spacey’si tespitim ve Serhat Tutumluer’in muhteşem ses tonunu ayrıca belirtip yazımı noktalıyorum.

Herkes istediğini izlemekte yine de özgür… Hepinize iyi seyirler…   

18.04.2012

I’m Still Just A Cliche

Son yıllarda gittiğim en garip konser Russian Red konseriydi. Aslında teknik olarak çok da garip sayılmaz oysaki garipti. Garaj İstanbul’da sahne alan Russian Red’i bilip bilmeyen herkes gelmiş, konser sanki detone manyağı, akor özürlü hem gitarist hem şarkıcı birinin sahne aldığı izbe bir bar ortamına dönmüştü. Bunları niye mi anlatıyorum, yazık oldu kıza ondan. Yapmayalım böyle şeyler.

Oysaki Russian Red süper bir rujdur, kendisini konserden sonra Mac cosmeticten temin ettim çok da memnunum. Bu ruja saygı olarak kadın, kadına saygı olarak konser edeple izlenmeliydi; kadını duyamadık yahu.  Neyse…

Hayatta farklı olmak için neler yapıyoruz ya, ki aldığım Mac ruj bunlara dahil değil, bunların yanında çok sıradan. Ben buradan yaptığım manyaklıkları anlatıp kimseyi üzmek, kimseyi “neden benim hayatım bu kadar sıradan” diye perişan etmek istemiyorum. Anlatmıyorsam nedeni hep bu sosyal sorumluluk bilincimden. Bir de nedense insanlar blog yazılarımdan sevimli olduğumu düşünüyorlar baktım, oysaki sevimli falan değilim, çok asiyim. Asiyim diyorum size!

Asilik de herkese göre farklı, herkesin asiliği kendine, izafi bir kavram asilikten ne anladığına bağlı. Ne kadar uç yaşarsan yaşa (o kadar uçum diyorum size) sonunda toplumun sevdiği gibi insanlar olmak sıradan olmak istiyoruz ya, bu noktada hayatı hep Bukowski’nin gözlerinden görmek istiyorum. Çok da Bukowski okuduğumdan değil, ama bizim küçümsediğimiz insanları o seviyor öyle değil mi?

Hayatı, işini severek yapan bir porno yıldızının etik değerleriyle yaşasaydık acaba nefretle yaptığımız yargılamalar daha mı bağışlayıcı olurdu? Ya da saygı duymak için çok da zor prosedürlere uymak zorunda kalmaz mıydık acaba? Sevilen birer Chuck Palahniuk kitabı karakterleri olurduk, üstüne bir de saygı görür müydük? Yok daha neler…

Herkeste gördüğüm Rayban Wayfarer gözlüklerini geçen gün taktım, ama yakıştı da napıyım ve aldım. İşte o kadar farklı olmak için yırtın sonra da git herkeste olan şeyi al. Hala klişeyim, hala banal…  


PS: Epi topu hepimiz standart insanlarız işte. 
It Takes Blood & Guts by Skunk Anansie on Grooveshark

15.04.2012

Buzdolabı Poseti ve Alüminyum Folyo



*sabah 7:30 ta kalkış –manyağım evet-
*kahvaltı etme 8:30
*müzik dinleme-twitter-blog-genel haberlere bakmaca  10:00
*süslenme, sinema için evden çıkıp 11:00 seansına yetişmeye çabalamaca 10:00-11:00
*sinemaya yetişme bilet alma ve sinema salonuna giriş 11:15
*filmin ara vermesi öndeki kızlı erkekli 6 kişilik liseli gruptaki şişko kızın “yaa inanmıyoruaaaam bi saatim boşa geçtiii yaa kalkın gideliaaaaam” demesine, yani gerçekten bir “yarısında çıktım” olayına şahit olma, arkadaş grubundaki diğer kızın “ya ben hiçbir filmi yarısında bırakmadım” şeklinde iddialarının da kızı ikna edememesi ve kızın 2 kişiyi de peşinden sürükleyip salondan çıkarması  12:20
*geride kalan kızın da film oynarken diğerleriyle birlikte çıkması ve o gruptan kimsenin kalmaması 12:40
*1-2 kişinin daha salonu terk etmesi ve gittikçe ağarlaşan ve insanı kasvete boğan film nedeniyle “acaba o şişko salak kız haklı mıydı?” diye kendini sorgulama 13:00
*filmin bitişi ve çıkma, film yüzünden kendinden ve insanlıktan soğuma 13:17
*parfüm deneme ve hiç sevmediğim halde jean paul parfümünü boca etme ve kendinden tiksinme 13:25
*yemek sipariş etme, 14:00
*tavuğun acayip yanmış olması ve geri iadesi 14:12
*yeni gelen tavuğu yeme ve tabi iyi bir de bahşiş bırakma 14:42
*dershaneye giderken hukuk dersi için kahve almayı yüksek öngörüyle akıl etme, aa starbucks kartıma para yüklemiştim zatiii diye sevinme 14:50
*starbucksaki kızın yanlışlıkla –sanırım- büyük boy doldurması -kova kadardı çünkü bardak- ama itiraz edememe –bir güne bir şirretlik yeter- ve elde kahveyle dershaneye yönelme 14:57
*derse başlama 15:00
*ders 16:00 ve kahvenin çarpıntı yapmaya başlaması 16:10
*ders 17:00 ve jean paul’ün sıkılınca iğrenç ama sonradan gayet hoş koktuğunu fark etme
*ders 19:00
*ders 20:00, çarpıntının geçmesi ve artan glikoz ihtiyacı
*dersin bitişi 21:15
*Pazar Pazar manyak gibi bir trafikte eve gelme 22:10
*normal sütlü kahve hazırlayıp, türk kahvesi içmek ve vücuttaki kafein yüzünden kalp krizi riskinin ortaya çıkması 22:50
*”ya mal gibi uyuşturucudan değil de kahveden kalp krizi geçirip ölürsem bu loserlık olmaz da ne olur” diye içimi bir korku kaplaması 23:00
*”niye bunları anlatıyorsun insanlara; yazık günah değil mi? Hem bir de ne gereği var” şeklinde kendini sorgulama 23:10

P.S: Filmi uzun uzadıya anlatacağım tabi ki bu, bu kadarla bitmez. Ben çektim işkencesini okurken siz ayrı çekin, ama şimdi çok uykum var ve yapmam gereken makyaj temizleme-diş fırçalama-yatma ve uyuma gibi işlerim var, kusura bakmayın, öpüldünüz.
İyi uykular…


12.04.2012

Mim Siftahım “Şansım olsa Erkek olurdum”




Blog aleminde ilk resmi mim teklifini almaktan büyük bir mutluluk duyuyuroum bu açıdan Kuulumsu Kadın’a bir teşekkür borçluyum =) İşte cevaplarımmmm…

Yemek olsam ne yemeği olurdum?
Yemek olsam patates kızartması olurdum. Hem rahat hazırlanıyor, hem her şeyin yanında gidebiliyor. Aslında patatesle ilgili her bi’şey olabilirdim, kızartma-haşlama-fırın-sulu yemek vs. Nasıl seviyorum patatesi tarifi imkansız.

Müzik aleti olsam ne olurdum?
21 yaşında keman aldım, zaten daha önce de bahsetmiştim blogda. Aldım geldim eve bir şevkle, herkes güldü. İstisnasız herkes. Sadece, benden fazla olmasın, çok hayalperest bir arkadaşım vardı, bir o bana destek çıktı. Sonra da gerçekten yanlış bir girişim olduğu ispatlandı zaten.



Keman denen şey genç yaşta başlanacak, genç derken 6 yaşını kastediyorum, bildiğin ceninken falan yani. Böyle istekle, şevkle hayatta her şeyin keman olacak ki çalabilesin.
Bir de keman insanı kanser eder derler, heh işte ben de olsam öyle bir şey olmalıyım. Stradivarius falan hem ismi de çok fiyakalı.

Araba olsam hangisi olurdum?
Mini Cooper olurdum net. Zaten tipimde var bir mini cooperlık, ufak tefeğim.

Aylardan hangisi olurdun?
Bu test kişiliğin neye yatkın mı olmak istediğin şey mi şimdi ondan tam emin olamadım. Aylardan bildiğin bir Kasımım ben, 100 kişiye sor 98’i “aa kasım” der, bence yani. Oysaki bir mayıs falan olsam fena olmazdı, böyle cıvıl cıvıl, umut vadeden.


Ayakkabı olsam hangisi olurdum?
Ayakkabı olsam Christian Louboutin olurdum, yani hatta direk ayaklarıma bir Louboutin yapıştırsam hiç çıkmasalar. Ya o nasıl tasarımdır öyle. Bence herkesin içinde bir Louboutin var, buraya da renk renk sıraladım ohhh içim açıldı. Dedim ya ufak tefeğim diye, yüksek topuk tercih sebebi evet. Sırf bu topukları giyebileyim diye iyi ki uzun olmamışım diyorum… Bazen tabi.



Kıyafet olsam hangisi olurdum?
Etek olurdum, bacak dekoltesi favorimdir, mini tabii…

Renk olsam hangisi olurdum?
Toz pembe ya da mor olurdum. Hayal dünyası falan. Toz pembe mutlu hayaller için, mor ise kaotik ruh halim için.

Hayvan olsan hangisi olurdum?
Öküz olurdum, bildiğin öküz. Tipim o kadar ufak tefek ki şöyle iri bir şey olsaydım fena olmazdı. Ya da boğa olsaydım toslasaydım oraya buraya. Heybetli bir görüntü nasıl olurdu acaba, nasıl hissederdim merak içindeyim. O nedenle öküzle boğa arası herhangi bir hayvan olabilir. Diyet miyet yapmama da gerek kalmazdı.

Kimse bir öküzün zayıf olmasını beklemez değil mi?

Şu anda okuduğun kitabın 137. sayfasında neler var? 
Aslında kitabı henüz bitirdim ve yeni başladığımın 137. Sayfası boş. Aaa şaka gibi, o nedenle henüz bitirdiğimi yazıyorum:
“Koralin koşarak merdiveni inerken, evin kendisinin durmadan değiştiğini, yassılaştığını, daha belirsiz hale geldiğini gözlemlemeye zaman buldu. Aklına evin kendisinden çok evin fotoğrafını getiriyordu. Sonra, hiçbir şey düşünmeden paldır küldür fareyi kovalamaya odaklandı. Ona yaklaştığından emindi. Hızlı koşuyordu –fazla hızlıydı aslında, çünkü bir merdivenin dibine geldiğinde ayağı kayıp burkuldu ve Koralin beton merdiven sahanlığına çarptı.”
Bildiğin çocuk kitabı okudum, çok güzeldi tavsiye ederim “Koralin ve Gizli Dünya” ismi. Yazari Neil Gaiman hafiften gotik diyebiliriz.

Benim cevaplarım bu şekilde, bilmiyorum öküz kısmı dışında diğerlerinin genel düzeyde normal sayılabileceğini varsayıyorum. Benim mimleyeceklerimin çoğu mimlendiğinden sadece okurken çok eğlendiğim sokak simidi , zihnin arka sokakları boş işler müdüresi ve cool arkadaşım ikarusun beyni'ni huzurlarınızda mimliyorum…

Son söz yaa şanslı olsaydım anam beni erkek doğururdu ühühüh :.((

10.04.2012

Warholize Me




Andy Warhol’a gerçekten hayranlık duyuyorum. Hayatı boyunca tam olarak ne yaptığı ya da ne yapmadığı hiç belli olmayan süper ünlü ve hatta akım öncüsü falan olduğu bile iddia edilen yegane, şahsına münhasır bir insan, hayatta tam olarak olmak istediğim şey!

Bir sürü şeysin ama tam olarak hiçbiri değilsin. Hani seni tanımlandıramıyorlar, film çekiyorsun yönetmen değilsin,  bir grup keşfediyorsun prodüktör değilsin. Bir şeyler yapıyorsun ama oluşturduğun kavramların hiçbirine uymuyorsun… Süper bir şey!  “Ya onlar grup kurarlarken ben yanlarında durdum, direktif falan verdim ama” gibi. Eğer birileri bir grup kuracaksa ben de yanlarında durucam, ilham vereceğim insanlara, belki ben de bilmem ne art öncüsü olurum, süper olur. Zaten Warhol’la aynı gün doğduğum söylenegeliyor, belki yıldızsal bakımdan da artı bir şansım vardır, belli olmaz böyle işler.

Geçenlerde Edie Sedgwick’in hayatının anlatıldığı Factory Girl filmini izledim. Kadın hayatını nasıl da mahvediyor, çok ilgi çekici. Hep başarıya ulaşan hikayelerin bilindik, klişe ama içini dolduran o tatmin olma havası, o motive eden enerjisi yerine, yıkımla sonuçlanan hikayelerin moral bozucu, darmadağın edici ve içinde büyük bir boşluk bırakan o hissini tatmak bana göre çok daha tercih edilesi.

Yapılan bir araştırmaya göre insanı yaşamaya teşvik eden, moral düzelten filmlerden biri Forrest Gump olarak gösterilmiş. Forrest Gump zaten sevilmeyecek bir film değil gözümde. Sevmedim diyeni bir sorgularım yani o derece. Gerçekten de insanı tuhaf bir biçimde mutlu eder, oysaki gayet de kötü olayları barındıran bir filmdir ve hatta geneli itibariyle mutlu bir film değildir, Forrest Gump. Orda da yine bir kendini mahveden bir karakter var hatta ben yine kendisiyle derin bir empati içindeyim yani “Jenny” ile. Koskoca filmi bu karakter yüzünden sevmiyorum tabii. Ama “çok da yüksekten uçmayın sonra kötü yola düşersiniz” dersi de biraz filmin muhafazakarlığını gözler önüne seriyor. Belki mutlu olacaktı Jenny, ot çeke çeke mükemmel besteler yapacaktı, Forrest’ın elinden tutacaktı? Olasıydı yani, bu açıdan Jenny’e üzülüyorum. Mutluluğuysa edepli Forrest buldu. Zaten biraz aptalsanız gayet mutlusunuzdur, ama mutsuz olmanız akıllı olduğunuzu da göstermez.

Her neyse… Bu Factory Girl gerçekten kızın sefilliğin ötesindeki berbat hayatını gözler önüne sererken, biz de kendi hayatımızı sorgulama imkanı buluyoruz mu diyeceğim? Hayır tabi ki… Ben direk Andy’i sorguladım. Pis, sapık, kan emici adam nasıl bıraktı kızı öyle başıboş, çaresiz… Umurunda bile olmadı adamın, çekip gitmiş öylece meğerse. Artık bundan sonra o Andy denen adıma hiç sevgim kalmadı ve tüm diyeceklerim bu kadar ama hayranlık ve üst paragraftaki kısımlar baki.

Bir insanın hayatı, kişinin kendi elinde. Siz isterseniz onu güzelleştirir, isterseniz rezalet bir biçimde yaşayabilirsiniz. Bu size kalmış, bundan daha adil bir seçim olabilir mi? Şimdi herkesin bildiği şeyleri söylemeye gerek yok sadece her zaman bir çıkış noktası vardır ama özellikle karşısına kurtulmak için pek çok fırsat çıkan insanların fırsatları tepip kendilerinden bu şekilde vazgeçmesi bana çok enteresan geliyor. İnsan kendini bu kadar mı sevmez? İnsan kendinden neden vazgeçer?

Yani düşünün bir Andy Warhol bile 8 saatlik uyku filmi çekerek kendini akım öncüsü ilan ediyor biz boş boş oturuyoruz, böyle bir dünya. İlk iş olarak, iş arkadaşımı 8 saat çekip “iş yerinde ruhsal döngüler” gibi sanatsal bir isimle film olarak pazarlayacağım, sonra bulabildiğim tüm konserve kutuları boyayacağım ve ben de bir pop artçı olarak yoluma devam edeceğim. Bu yeni bir şey değil ki taklitçilik derseniz cevabım da gayet edebi bir şekilde “hadi be ordan” olacak. Bu bir başlangıç çünkü kendi yolumu bulmam için biraz özüme dönmem, iç disiplinimi falan sağlamam gerekiyor, böyle böyle oluyor bu işler.

İçsel dünyamda bir yolculuğa çıkmadan evvel, kendimi Warholize ettim. Baktım güzel oldu. Paylaşıyım dedim.



P.S.: Yukarda bahsettiğim en mutlu edici vs. filmler içinde bir de “İçimdeki Deniz” vardı. İnsanlar bu filmle nasıl mutlu olmuş anlam veremedim. Ben içimde bir yumruyla izledim sonra da moral bozukluğuyla gidip yatmışımdır herhalde; geçmiş zaman hatırlamıyorum. Manyak mısınız be, ötenazi temalı bir film insanı mutlu eder mi? Nasıl listeyse artık, “hahahaaa o felçli ben değilim, baaaak nasıl da zıplıyorum ediyorummm heyoooo” diyen insanlar falan var heralde. Olabilir. Hüzünlü hikayeler beni sadece hüzünlü yapıyor ve bu konuda diyeceklerim bu kadar!

6.04.2012

Bir Hayatı Mahvetmek Için Gerekli Süre


Böyle çocukken daha neşeliydik falan diyorlar ya nasıl özeniyorum o çocuklara anlatamam.

Ben çocukken öyle çok neşeli ya da umursamaz falan değildim çünkü. Gayet mutsuz ve çevremde olanlara müdahale edebilmek için çok yetersizdim. Bu nedenle büyümek ve kendi kendime yetebilmek istedim hep. Çocukluk deyince aklıma ilk bu his geliyor.

Bu arada şarkıyı da dinleyelim bir yandan : 




Bu hisle çocuk olmak o kadar kötü mü bilemiyorum. Yani olması gereken bu değildir herhalde diye tahmin ediyorum. Çünkü insanlar genelde böyle tarif etmiyorlar.

Hani bir sıralama yapacak olsak

1)      0-3 yaş: Mal mal bakınmak, ağlayarak gaz çıkarma isteği ya da acıktığının sinyallerini verme evresi, yemek yemeyi falan öğrenmek, yürüme gibi temel alanlarda kendini geliştirme, her türlü objeyi ağzına sokarak dünya farkındalığı kazanmak, neyi ağzına sokmaması gerektiğini öğrenmek…
2)      3-6 yaş: Her türlü gıcıklık yaparak kendini ispatlamaya çalışmak, vıcık vıcık ağlamalar etmeler, bir tuhaf haller. Etrafında olup biteni kendi algılayamayacakmış gibi sürekli sorular sorup çevredekileri bunaltmak. “Ne”, “ama neden”, ”niye bu böyle” soru kalıplarını sıkça kullanmak, etrafı bunaltmak…
3)      6-10 yaş: Okula gitmek, gitmemek için ağlamak-etmek, onu bunu görüp istemeyi daha da abartıp hayatın temel prensibi haline getirmek, ders çalışmamak, çalışmak için ille birilerinin sormasını beklemek, yatmamak-buna bağlı olarak kalmamak, şımarıklığın son evresine geçiş…

Benim “sıradan bir çocuk nasıl evrelerden geçer?” sorusuna vereceğim cevap tıpatıp böyle. Ha ben böyle değildim işte buna yanıyorum. Bir de “aa tek çocuk musun” falan diyorlar ya çok yanlış ediyorlar. Tek çocuk eğer annesi babası genç ise hele hep yalnızdır, hep tek başınadır. Aile içi bir sorun olduğunda, sorunu kendisinde arar, kendisinde aramasa bile ne yapabilirim diye düşünür durur. Bana ne o da düşünmüyor diyip bile kendini teselli edemez çünkü öyle bir “o” yoktur. Aile kavramı oturduğunda kendi de olgunlaşmıştır artık. Geriye dönüp bir bakar ki hiç “bana ne yaaaa ben de istiyorum” dememiş “bana onu alın alııaaaannn” diye tutturmamış, “gitmicem işteeee, kalçam ben burdaaa” diye höykürmemiştir. Ay iyi ki de yapmamıştır, öyle çocuk mu olur allasen?

 
Doğduğumda Zeki Müren’mişim.

Çocuk dediğin benim gibi de olmaz ortasını bulmak lazım.

O kadar mutsuzdum da intihar gibi şeyleri gerçek anlamda hiç düşünmedim. Zaten intihar deyince ilk aklıma “ben ölürsem annem naaaparrr?” sorusunu soruyorum, o düşüncenin en ufak bir kırıntısını bile yüreğim kaldırmıyor canım annem benim, hiç üzülmesin o.

İnsan nasıl kendine kıyar; güzelim güneş ışığını görmeyi, tüm o rengarenk çiçekleri, ay ışığını, denizi, yakamozları, karı, yağmuru, rüzgarı, annesinin ellerini, birini sevmeyi, aşık olduğun birini öptüğündeki hissi, ağladıktan sonra sevdiğin bir şarkıyı dinlediğinde aldığın o yorgun hüznü, saçlarına doğru şekil verdiğinde içine doğan tatmin olma hissini, vanilyalı dondurmayı, sütlü kahveyi, iyi pişmiş et ve yanındaki patates püresini, kuru kayısıyı, dalabildiğin kadar derine daldıktan sonra suyun üstüne çıkıp verdiğin o nefesin zevkini,  bittiğini sandığı pili dişleyerek mp3 playerı tekrar çalıştırabilmenin verdiği mutluluğu, sevdiğin birine sarıldığında hissettiğindeki güveni, bir sınavı geçtiğindeki aldığı tarifsiz gazı, çok kötü geçen bir kışın ardından gelen ilkbahar esintisinin tadını bırakır da bilmediği bir yere gitmeyi seçer? Manyak mısınız yahu?

Kurt Cobain’in kendi kafasını bir tüfekle uçurmasının ardından 18 sene geçmiş, ne çok! Oysa ki şu an grubunu dağıtmış paralarını yiyor, pop müziğe geçmeye hazırlanıyor ya da Rihanna veya Britney Spears’la düet çalışmaları yapıyor olabilirdi. Belki de Radiohead gibi daha tuhaf, deneysel müzik yapmaya kendini adardı, bilemeyiz. Zaman gösterecekti ancak gösteremedi. Ben çok severim şarkılarını hala da dinlerim, severim diyorum ya ne sevmesi yaa albüm albüm ezberledim hepsini :/ Ama bundan sonra konsere gidebileceğim grupların albümlerini dinlemeye kendimi verdim, böylece “aaa bilmem hede hödö geliyormuşşş” dediklerinde ben de “hobareyyyy!!” diyebileceğim. Uzun vadeli müzikal ilgi alanı planım bu!


He ne diyorduk, 27 yıl bir insanın hayatını mahvetmesi için yeterli bir zaman.  Kurt de pek bi güzel mahvetti, şimdi paralarını Courtney yiyor. Ayy çok feci yazının devamını yazamayacağım.


Umarım başta açtığım şarkıyı dinlemişsinizdir bir yandan, aslında bir Nirvana şarkısı değil bir cover ama gayet hüzünlü bir şarkı. İntihar şarkısı olarak da gayet gideri de var. Böyle temaya böyle şarkı…

Aslında mutsuzlukla yaşamak çok kötü bir şey ama insan mutsuz yaşamaya da alışıyor. Her şeye alışıyor insan derler ya işte buna da alışıyor, bundan daha kötü ne olabilir? Yazıda ana tema ne bilmiyorum, bir mutlu bir mutsuz paradoks rezalet bişey oldu çıktı ben de anlamadım neden böyle oldu?! Tekrardan 9. Paragrafa dönebiliriz “insan kendine nasıl kıyar” sorusuna cevap aradığım ama bulamadığım o yer, evet.

Yani intihar kötü, yaşadığın sürece de umut var… Yani… Sanırım…

P.S. : Şarkının adı Seasons In The Sun olmakla beraber burada Kurt davul çalmaktadır. Parça da gayet hüzün barındırıyor, böyle neşeli gözüküp insanı dağıtan şarkılardan yani... En sevdiğim... Bir de pembe iyidir.

4.04.2012

Yün Eldiven Tak, Parmak Izin Bulasmasın*


“Benim diye bu evdeyim
Ve karnım tok
Ve aynada
Bu aynada
Yine kimse yok
Yine kimse yok
Silah sesleri, geliyorlar
İçimden hiç yokken
Şüphe ediyorum
Ellerimden
Ellerimden ”
-Sokaklar Tekin Değil-

Üniversitedeyken yine bunun tıpkısı ve aynısı sulumsu bir kişiliktim, hiç cool olamadım. Oysaki fikirlerim ve ilgi alanlarım sıradan bir vatandaşı gayet kuullaştırabilecek niteliğe sahipti.

İnsan fikirlerinden bağımsız nasıl bambaşka bir kişi olabilir ki? Bir kişinin içi bir William Blake tablosuyken bunu dışarıya Monet’nin Water Lilies eseri gibi nasıl yansıtabilir? Hem de hiç çabalamadan, isteğinin dışında… Ne göründüğüm gibi olabildim, ne olduğum gibi görünebildim. Konunun özü bu, aslında konunun özü bu da değil, başlarken bunları anlatmayı düşünmemiştim çünkü.

Üniversite yıllarımda ben de her üniversite genci gibi sırf kendimi akademik alanda (akademik derken?) geliştirmek istemeyip, farklı alanlara yönelmek, ufkumu açmak, iç benliğimi keşfetmek gibi günümüz ergeni hayallerine kapılmıştım. Bunun için de fotoğraf kursuna gittim. Ders falan aldık baya, hatta karanlık odaya gidip filmleri banyolamışlığım bile var. Ama banyo işlemi gerçekten çok sancılı bir süreç belirtmekte fayda var. Yaşasın Digital analog makineler! İyi ki icat olmuşlar bence.

Bu süreç tamamlanınca, yani hepimiz yeterince pişince, dediler ki “haydi sergi yapalım” serginin konusu da “bir şiiri fotoğrafla anlatın” olsun. İyi dedim ben de. Şiir okumayı çok severim hem de hepsini ayırt etmem, en klişe şiir bile beni ağlatabilir, hislendirebilir falan. Ama gidip de klişe şiiri fotoğraflayacak halim yok. Böyle yer altı edebiyatından bir şeyler bakacağım. Aslında bakmama da gerek kalmadı, o sene Vega’nın “Hafif Müzik” adlı albümü çıktı.

Off gerçekten çok sıkıldım, tüm ayrıntıları yazsam mı bilemedim şimdi.

Neyse…

Penguen dergisinde Altay Öktem’in bir köşesi varmış –hala var mı bilmiyorum- meğersem burada yazar dururmuş, kim bilir kaç kere okumuşumdur ama bakmamışım adına sanına, ayy bilinçsiz okuyucuyum nasıl.

Bu adamın “Sokaklar Tekin Değil” şiirini Vega, Hafif Müzik no:11’de şarkılaştırmıştı; bilenler bilir. Benim de tüm bunlardan öyle haberim olmuştu zaten. İyi ki de olmuş, şiiri ayrı güzel şarkısı ayrı güzel... Hala bazen oturup dinliyorum. O albümün geri kalanı da epey güzeldir ayrıca, vakit oldukça arada döndürün şarkıları; iyi uyku açıyor, enerji veriyor…

Neyse geçmiş zaman… Yukardaki fotoğraf bu şiirin- şarkılaşmış halini duyup- fotoğrafını çekmemle oldu. Yıl 2006 sanırım. Ne kadar zaman geçmiş. İnsan anlamıyor. Acaba Altay Öktem bu şiiri yazarken böyle zincirleme sanatsal faaliyet yaratacağını biliyor muydu? Ahah fotoğrafımı da “sanatsal faaliyet” sınıfına koydum ya benden mutlusu yok. Tabi sanatsal be, nasıl ne şartlar altında çekildi bu fotoğraf haberiniz var mı? Ayrıca kan efekti de bizzat ketçaptan yapılmış olup, renklisi de gayet vahşet içeriyordu ama elimizde maalesef ki bu siyah beyaz örneği kaldı sadece :/ İstanbul’da mekan bulmak zor ve çetin. Uğraşan arkadaşlara başarılar dilerim, Allah kolaylık versin.

Tüm bu uğraşmalarım ve kulüpteki diğer arkadaşlar tarafından psikopat olarak lanse edilmeme rağmen sergi olmadı. Olsun bize de bu güzel hatırası kaldı. –fotoğrafçı burada gözyaşlarına boğuluyor- Hatıra ne be, ben sergilenmeyen fotoğrafı n’apıyım, ödül falan alırım sanmıştım ben ühühühühüh : (

Neyse bu kanlı fotoğrafım dışında kalan, mezarlıkta çektiğim fotoğrafları ve ruhumun karanlık yanlarını diğer yazılara sakladım. Her şeyi burada hemen anlatıp kimseyi korkutmanın bir alemi yok. Her şeyin bir zamanı var, hepsi sırayla… 



P.S.: *Başlık aslen "Sokaklar Tekin Değil" şiirinin içinde geçmektedir. Şiiri ben büsbütün sevdim ama bu mısrasını ayrı sevdim, başlığa taşıyayım dedim. Sevgiler...

2.04.2012

Saraplı Akustik ve Mustafa Hakkındaki Her Sey!


İnsanın sevdiği şeyi yapması güzel şey, yani herhalde öyledir bilmiyorum, ben çoğu şeyi zaruretten yaparım.  Ama benim bir arkadaşım var -ki hem de benim bir arkadaşım-  hayallerinin peşinden gitmekte bir beis görmemiş pek de iyi yapmış, gerçekten de yetenekli biri… İşte o arkadaşım bu Çarşamba yeni bir yerde sahne alacak. Tabi biz de peşi sıra kendi ortak arkadaşlarımız ve bizim kendi arkadaşlarımız gideceğiz böyle toplu güruh halinde. Ben mekana tek tek gidelim dedim bilmiyorum, Balat’ta fotoğraf çeken kulüp üyeleri gibi olmayalım diye ama beni dinlerler mi orası meçhul.
Her neyse…
Hayallerinden koşup gidenleri düşüresim var demiştim ya off insanın arkadaşı olunca da çok seviniyor ya. Böyle ittiresi “hadi Balboa başarabilirsin” diyesi geliyor. Konu arkadaş olursa teşvik de sınır tanımam. Devlet gibi oluyor insan yatırımda teşvik sağlayası geliyor. Ay Mustafa’cığım sana yatırım dedim ama çok pardon. Gelecek vadediyorsun babında.




Gideceğimiz mekanın ismi Rose Marine, gerçekten sıcak ve hoş bir ambiyansı var. Bizim şahsen öncesinde gidip orda fotoğraf çekip “of Allah’ım çok eğleniyoruz” havalarına bürünmüşlüğümüz de var. Gerçi çok eğlenilecek bir yerden ziyade, keyifle oturulup, sakin sakin konuşup, müzik dinleyebileceğiniz bir mekan. Gayet yumuş yumuş yani… Ama canlı müzik olunca çok eğleneceğiz o ayrı. Çarşamba akşamları gerçekleştirilecek olan bu etkinliğin ismiyse “Şaraplı akustik geceler” ama arkadaşım ille de şarap içilmesi gerekmediğini vurgulayıp durdu, hayır buna gerek varmış gibi?! Koskoca mekanda bir Earl Grey olmayacak hali yok. Ama şaraptan anlayıp gidip hımm meyveyle bilmem ne do buğaaa şarabı çok güzel gidiyor ondan alacağım diyip inanılmaz karizma sağlamak da size kalmış. Ben gidip “hangisi taze” demeyi planlıyorum. O zaman iyi getiriyorlar.

Ayy inanılmaz heyecanlı yaa. Gerçi arkadaşım Mustafa gayet tecrübeli olduğundan heyecanlı değil, ben onun yerine heyecanlanıyorum nedense. Umarım her şey yolunda gider de, yakında millet onun biletlerini Biletixten alırken biz davetiyeyle gireriz. Ne hava olur ama…

P.S.: Çalacağı şarkıları herkese söylemiyor ama bana bir liste verdi sağolsun. Herkesin bildiği klasik şarkıları bile bilmeyebiliyorum zaten. Bu akşam oturup ezberleyebileceğim. Neyse rezil olmaktan arkadaş kıyağı sayesinde kurtulacağım bu da bir şeydir.